EHLİBEYT KİMDİR Şİİ SÜNNİ DELİLLER

Tartışmanın ana konusu ikiye ayrılır:
1.Ehli beyt kavramı içine kimler dahildir.
2.Hangi ayetler Ehli beyt'ten ,ne şekilde bahsetmektedir.

TARTIŞMALI  EHLİ BEYT AYETLERİ:

1. Tathir Ayeti
Şii çeviri:
“Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”
(Ahzab Sûresi: 33)

Sünni çeviri:
"Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."(Ahzab Sûresi: 33)

Şia'nın Ahzab:33 yorumu:
Birçok tefsir ve hadis kitaplarında bu ayet-i kerimedeki “Ehl-i Beyt”ten maksadın, Peygamber’in Ehl-i Byeti ve onların da, “Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s)" olduğu açıklanmıştır.

Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur adlı tefsirinde, Taberanî'nin, Ümmü Seleme'den şöyle tahriç ettiğini bildiriyor: "Peygamber (s.a.a), kızı Fatıma (a.s)'a şöyle buyurdu: “Kocanı ve çocuklarını benim yanıma getir.” O da gidip onları getirdiğinde, Peygamber (s.a.a) Fedek’ten getirilmiş olan abasını onların üzerine attı ve mübarek ellerini onların üzerine koyup şöyle buyurdu: “Allah'ım, bunlar Muhammed’in ailesi ve soyudur, kendi rahmet ve bereketlerini Muhammed’in ehli ve soyunun üzerine indir; nasıl ki İbrahim'in soyuna indirdin. Şüphesiz ki sen, övülensin, yücesin.”

Ümmü Seleme diyor: “Ben de abanın altına girmek ve onlara katılmak istedim ve bunun için abanın bir ucunu kaldırdım. Peygamber (s.a.a) abayı benim elimden çekti ve abanın altına girmeme müsaade etmedi ve şöyle buyurdu: “Sen hayır ve saadet üzeresin.”[ Tirmizî, "Menakıb-ı Ehl-i Beyt" adlı eserinde (c. 2, s. 308) Ömer b. Ebî Seleme'den şöyle naklediyor: “Tathir Ayeti, Ümmü Seleme’nin evinde nazil olduğunda Peygamber (s.a.a); Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Ali'yi çağırarak onların üzerine bir aba örttü ve şöyle buyurdu: “Allah'ım, bunlar benim Ehl-i Beytimdir; onlardan her çeşit pisliği ve kötülüğü gider ve onları tertemiz kıl.” O sırada Ümmü Seleme; “Ya Resulallah! Ben de onlarla birlikte miyim?” diye sordu. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen kendi mevkine sahipsin ve hayır üzeresin.”]

Peygamber Ekrem buyuruyor ki:
“Bu ayet (Tathir Ayeti) beş kişinin hakkında nazil olmuştur: Ben, Ali, Fatıma, Hasan, ve Hüseyin...”  [ Bu hadisi İbn-i Cerir, İbn-i Ebî Hatem ve Taberanî, Ebu Said-i Hudrî’den nakletmişlerdir. Aynı hadisi “Gayet'ul-Meram” Salebî Tefsiri'nden naklederek şöyle diyor: “Bu hadisi Tirmizî kendi “Sünen”inde nakletmiş ve onun sahih bir hadis olduğunu vurgulamıştır. Yine bu hadisi İbn-i Cerir, İbn-i Münzir ve Hakim de doğrulamış, İbn-i Merdeveyh ve Beyhakî de kendi "Sünen"lerinde bu hadisi Ümmü Seleme’den nakletmişlerdir. Bkz. el-Mizan Tefsiri.]

Bu ayetin tefsirinde, Ehl-i Beyt (a.s)'dan maksadın kimler olduğu hakkında Aişe'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir:

“Bir gün Peygamber (s.a.a) üzerinde siyah yünden dokunmuş nakışlı bir kumaş olduğu halde dışarı çıktı. O sırada Hasan b. Ali geldi, Peygamber onu o kumaşın altına aldı; sonra Hüseyin geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı; sonra Fatıma geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı; daha sonra da Ali geldi, geldi, Peygamber onu da o kumaşın altına aldı ve şu ayeti okudu: “Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”

Başka bir rivayette şöyle nakledilmiştir: “Peygamber (s.a.a) sabah namazına giderken Fatıma’nın evinin önünden geçer ve şöyle buyururdu:

“Namaz vaktidir, ey Ehl-i Beyt! Namaz vaktidir... Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister."[ Bu hadisi İbn-i Merdeveyh, İbn-i Ebî Şeybe’den, Ahmed b. Hanbel’den ve Tirmizî’den nakletmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. Taberanî’den ve Hakim’den de naklederek onların bu hadisi sahih saydıklarını kaydetmiştir. İbn-i Merdeveyh, aynı hadisi Enes’ten de nakletmiştir. Bkz. Allame Tabatabaî, el-Mizan Tefsiri, Tathir Ayetinin tefsiri.]

Fahr-i Razî de bu hadisi şöyle naklediyor:
“Ey Peygamber kendi ehlini (aileni) namaza emret ve onun üzerinde sebatla dur.” ayeti nazil olduktan sonra Hz. Resulullah (s.a.a), Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s)’ın evine gelip; “Namaz vaktidir, Ey Ehl-i Beyt! “Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.” derdi."

Aynı kitapta, Hammad b. Seleme’nin Ali b. Zeyd’den, onun da Enes’ten rivayet ettiği hadise de yer veriliyor. O hadiste de şöyle deniyor: “Hz. Peygamber (s.a.a), altı ay boyunca namaza gittiği zaman Fatıma (a.s)’ın evinin önünden geçip şöyle buyuruyordu: “Namaz vaktidir, ey Ehl-i Beyt! Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt’ten her çeşit pislik ve kötülüğü giderip sizi tertemiz kılmak ister.”[ Fazl-u Âl’ül-Beyt, s. 21, Takıyyuddin Ahmed b. Ali Mukrizî. ]

Bundan başka, Tathir Ayeti'nin hem manası ve hem de onda kullanılan lafızlar, Ehl-i Beyt'ten maksadın bu beş kişi olduğunu göstermektedir. Zira, tefsir kitaplarında da açıklandığı gibi, eğer Ehl-i Beyt’ten maksat, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hanımları olsaydı, onlara, erkeklerde kullanılan “ankum” ve “yutahhirekum” kelimelerindeki "kum" zamirleri yerine, kadınlarda kullanılan "ankunne" ve "yutahhirekunne" zamirleriyle hitap edilirdi; yani, müennes (kadın) zamiriyle hitap edilirdi. Oysa onlara “ankum” ve “yutahhirekum” kelimelerinde olduğu gibi, müzekker (erkek) zamirleri ile hitap edildiğini görüyoruz. Bu ise, maksadın, Peygamber'in hanımları olmadığını göstermektedir.

Bu ayet-i kerime, gerçeği anlamakta şüpheye düşmemek ve Kur’an-ı Kerim'in hedeflerinden uzaklaşmamak için bize çok geniş ve derin içerikli bir yolu çizerek İslâmî yaşantıda temel gerçeklere dikkatimizi çekiyor ve ümmeti, Ehl-i Beyt temeli ve ekseni etrafında temizlik ve bütün günah ve pisliklerden arınma esası üzerine toplamak istiyor.

Müslümanlar arasında, Ehl-i Beyt’ten başka, Kur’an-ı Kerim'in “mutlak taharet” ve “günah ve kötülüklerden uzak olma” sıfatlarının kendilerinde olduğuna tanıklık ettiği hiç kimse yoktur.


Sünnilerin  Ahzab:33 yorumu:
Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. (Ahzap, 33)” ayeti peygamber efendimizin eşleri hakkındadır, zira ayetin başında şu ifadeler yer almıştır: “Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın.”




2- Meveddet Ayeti
Şii çeviri:
“(Ey Peygamber! Müslümanlara) De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beytime) sevgidir.”(Şûra Sûresi: 23)

Sünni çeviri:
De ki: Ben, (Allah'ın buyruklarını tebliğ hususunda) yakınlıkta, hısımlıkta sevgiden başka sizden bir ücret istemiyorum.Şura:23

Şia'nın Şura:23 yorumu:

Hz. Peygamber (s.a.a), bu ayetten kimlerin kastedildiğini ve sevgileri ve itaatleri farz olanların kimler olduğunu Müslümanlara beyan etmiştir.

Tefsir, hadis ve tarih yazarları bu ayetteki “Kurba” (Peygamber'in yakınları) kelimesinden maksadın, “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s)" olduğunu nakletmişlerdir.

Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle yazıyor: “Nakledilmiştir ki, müşrikler bir gün toplanıp kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Acaba Muhammed, yaptıklarından dolayı karşılık olarak bir şey isteyecek mi?” O zaman; "De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma (Ehl-i Beytime) sevgidir.” ayeti nazil oldu.”

Zemahşerî daha sonra sözüne şöyle devam ediyor: “Bu ayet nazil olduğu zaman Peygamber'e: “Ya Resulullah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.a): “Onlar Ali, Fatıma ve iki evlatları Hasan ve Hüseyin'dir." diye buyurdular."[ Tefsir-i Kebir, Fahr-i Razî, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri. ]

Ahmed b. Hanbel de, Müsned’inde kendi senedi ile Said b. Cübeyr’den, o da İbn-i Abbas’tan (r.a) şöyle naklediyor:
"Meveddet ayeti nazil olduğunuda Peygamber'e: “Ya Resulullah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah: “Onlar Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” diye buyurdu."[ Gayet’ul-Meram, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri. ]

Fahr-i Razî, kendi tefsirinde, Keşşaf tefsirinin sahibi Zemahşerî’den “Âl-i Muhammed” hakkındaki görüşünü naklettikten sonra aynen şöyle yazıyor:

“Benim görüşüme göre, “Âl-i Muhammed” Muhammed’in Ehl-i Beyti, Hz. Muhammed ile irtibatı çok yakın olan kimselerdir. Bu irtibat daha kuvvetli ve daha kâmil oldukça yakınlığın ölçüsü de artacaktır. Hiç şüphesiz, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in Hz. Peygamber'e olan yakınlıkları, onunla olan irtibatları herkesten daha fazla ve daha kuvvetli idi. Bu, mütevatir olarak nakledilmiş ve ispat olunmuştur. O halde, onların “Âl-i Muhammed” olduğu ortaya çıkıyor.

“Âl” kelimesinin açıklamasında değişik görüşler ortaya atılmıştır. “Âl”dan maksadın “akrabalar” olduğu görüşünü kabul etsek, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in “Âl-i Muhemmed” olduğu açıktır. Bazıları, “Âl”dan maksadın bütün ümmet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüş batıl bir görüştür. Çünkü bu görüş, “Âl” kelimesinin sözcük anlamına tamamen ters düşmenin yanı sıra, ümmetin tümünün “Âl” sayıldıkları için zekat yemelerinin haram olmasını da gerektirir. Oysa bunun doğru olmadığı ortadadır. Dolayısıyla Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in “Âl” kelimesinin kapsamına girdikleri kesindir; oysa onlardan başkalarının bu kelimenin kapsamına girmesinde ihtilaf vardır. Başkalarının “Âl” kelimesinin kapsamına girmesi, gerçekte akılın ve naklin hilafınadır.”

Daha önce de söylediğimiz gibi, Zemahşerî nakletmiştir ki: "Bu ayet (Meveddet Ayeti) nazil olduğunda Peygamber’e: “Ya Resulullah! Muhabbet ve sevgileri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye soruldu. Bunun üzerine Hz. Resulullah: “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” dediler. Dolayısıyla buradan da onları sevmenin farz olduğu ortaya çıkar.

Şunu da eklemek gerekir ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma (a.s)’ı çok seviyor ve şöyle buyuruyordu:

“Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır; onu inciten, rahatsız eden beni incitip rahatsız etmiştir.”

Yine mütevatir olarak Hz. Muhammed (s.a.a)’in Ali, Hasan ve Hüsyin'i çok sevdiği rivayet edilmiştir. Bu sabit olunca Peygamber’in ümmetine de onları sevmek farz olur. Zira Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:

“(Ey Peygamber! Müslümanlara) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da siz sevsin...” (Âl-i İmran Sûresi: 31)

"... Ve ona (Peygamber’e) uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’raf Sûresi: 158)

“Onun (Peygamber'in) emrine aykırı hareket edenler, Allah’ın azabından sakınsınlar.” (Nur Sûresi: 63)

“(Ey Müslümanlar!) Andolsun ki, Allah’ın Resulü’nde sizin için uyulacak güzel bir örnek var. (O, sizin için en güzel örnektir.) ...” (Ahzab Sûresi: 21)

Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i sevdiği ve onlara önem verdiği için, Müslümanların da Hz. Peygamber (s.a.a)’e uyarak onları sevmesinin, onlara önem vermesinin farz olduğu anlaşılır.

Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne dua edip salâvat göndermek de, Ehl-i Beyt’in büyük bir makama sahip olduklarını gösterir. Hatta namaz kılarken bile “Teşehhüd”ün sonunda; "Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in Âline salâvat ve rahmet gönder.” şeklinde onlara dua ederek salâvat göndermek farzdır.

Bu büyük tazim ve saygı Ehl-i Beyt’ten başka hiç kimsenin hakkında bulunmamaktadır. Bütün bu zikredilenler, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ni sevmenin farz olduğunu göstermektedir.

İmam Şafiî bir şiirinde şöyle diyor:
“Ey yolcu! Mina kumluğunda biraz dur; seher vakti hacılar Mina’ya akın yaptıklarında, büyük bir ırmak gibi coşup gittiklerinde, Hif’in sakinlerine ve ayaktakilere seslen; onlara de ki: Eğer Muhemmed’in Ehl-i Beyti’ni sevmek rafizilik ise (dini terketmkse), öyleyse bütün insanlar ve cinler tanık olsunlar, ben rafiziyim."[Tefsiri-i Kebir, Fahr-i Razî, Şûra Sûresi, 23. ayetin tefsiri.]

Taberî, İbn-i Abbas’tan naklettiği bir hadiste şöyle diyor:
“Meveddet Ayeti nazil olduğunda Müslümanlar Resulullah’a: “Muhabbeti ve sevgisi bize farz olan akrabaların kimlerdir ya Resulullah?” diye sordular. Resulullah (s.a.a): “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır." diye buyurdular."

Bu hadisi, Ahmd b. Hanbel de, Menakıb adlı kitabında nakletmiştir.
İbn-i Münzir, İbn-i Ebî Hatem, İbn-i Merdeveyh ve Taberanî (Mu’cem-i Kebir’de) İbn-i Abbas'tan şöyle naklediyorlar:
"Meveddet Ayeti nazil olunca Müslümanlar: “Ya Resulullah! Muhabbet ve sevgileri bizlere farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah (s.a.a): “Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır.” diye buyurdular."[ Bu hadis aşağıdaki kaynaklarda biraz farkla nakledilmiştir: Suyutî, İhya’ül-Meyt Bi Fezail-i Ehl’il-Beyt, s. 8; Suyutî, ed-Dürr’ül-Mensur, c. 6, s. 7; Taberanî, el-Mu’cem’ül-Kebir, Müsned-i İmam Hasan, c. 1, s. 125; Heysemî, Mecma’üz-Zevaid, c. 9, s. 168; Taberî, Zehair’ul-Ukba, s. 25; İbn-i Sabbağ Malikî, el-Füsul’ül-Mühimme, s. 29; Kurtubî, el-Camiu Li Ahkam’il-Kur’an, c. 16, s. 21-22. ]

Yine Mu’cem-i Kebir adlı kitapta sahih olarak İmam Hasan b. Ali (a.s)'dan nakledilmiştir ki: "Hz. Ali (a.s), bir gün halka hutbe okuyarak şöyle buyurdu:

“Ben, Allah’ın: “De ki: Tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir.” buyurarak sevgi ve muhabbetlerini taşımayı Müslümanlara farz kıldığı Ehl-i Beyt’tenim.”


Sünnilerin Şura:23 yorumu:

1. Ayette geçen kurba / yakınlarım’dan maksat peygamberin ehlibeyti değildir, yakınlarımla ehlibeyt arasında fark vardır. Eğer Allah isteseydi {إلاّ المودّة في أهل بيتي} “İstediğim, ancak Ehlibeytime sevgidir” derdi. Ayetten maksat peygamberin tüm yakınlarını sevmemizdir. Sahabelerde peygamberin yakınlarındandır, peygamberin eşleri de onun yakınlarıdırlar.

2.Burada kasdedilen peygamberi yakınlarımızı sevdiğimiz gibi sevmemizdir.




3- Mübahele Ayeti

Tefsirler arasında fark yoktur:
“(Ey Peygamber!) Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”(Âl-i İmran Sûresi: 61)

Şia'nın Ali imran :61 yorumu:

Tarihçiler ve müfessirler, İslâm tarihinde meydana gelen çok önemli bir olayı nakletmişlerdir ki, bu olay, Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyti’nin (Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin) Allah (c.c) katında olan değerlerini ve Müslümanların arasında olan makamlarını açıkça ortaya koymuştur.

“Mübahele” olarak anılan bu olayı tarihçiler, müfessirler ve raviler şöyle nakletmişlerdir:

“Hıristiyan olan Necran kabilesinden bir heyet, Hz. Muhammed (s.a.a)’in yanına gelip onun peygamberliği hakkında bahsedip delil isteyince, Allah-u Teala bu ayet-i kerimeyi nazil ederek Hz. Peygamber'e; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i -Allah’ın selâmı onların üzerine olsun- yanına alıp çöle çıkmasını, Hıristiyanlara da kendi hanım ve çocuklarıyla birlikte çöle çıkmalarını, sonra da Allah’tan yalancıların üzerine lânet ve cezasını indirmesi için dua etmelerini emretti."[ Necran Hıristiyanlarının heyeti üç kişiden oluşmuştu. Bunlardan biri, “Âkıb” lakabını taşıyan “Abdulmesih” idi ki bu zat heyetin başkanı idi. Diğeri, “Seyyid” vasfını taşıyan “Eyhem”; üçüncüsü ise “Ebu Hatem b. Alkame” isimli papazdı. İbn-i Sabbağ Malikî, el-Füsul’ül-Mühimme, Mukaddime.]

Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle yazıyor:
“Hz. Peygamber (s.a.a), Necran Hıristiyanlarını mübahele etmeye çağırdığı zaman dediler ki: “Müsaade edin, dönüp bu konuda biraz düşünelim. Kendi aralarında toplanıp konuştukları zaman, fikir sahipleri olan Akıb'e dönerek: “Ey Mesih'in kulu! Senin görüşün nedir?" diye sordular. O da şöyle dedi: “Ey Hıristiyan Cemaati! Andolsun Allah’a ki, siz Muhammed’in Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ve O'ndan hak bir kitap getirmiş olduğunu biliyorsunuz. Allah’a and olsun ki, peygamberi ile mübahele eden hiçbir ümmetin büyükleri diri kalmamış ve küçükleri de büyümemiştir. Eğer onunla mübahele ederseniz, gerçekten hepimiz helâk oluruz. Bununla beraber yine de kendi dininizin üzerinde kalmak isterseniz, bu şahısla (Muhammed’le) vedalaşın ve kendi diyarınıza dönün." Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ın elinden tutmuş, peşi sıra Hz. Fatıma ve onun peşi sıra da Hz. Ali olduğu halde geldi ve: “Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin.” diye buyurdular.

Necran papazı bu manzarayı görünce, Hıristiyanlara dönerek şöyle dedi:

“Ey Hıristiyan topluluğu! Ben öyle simalar görüyorum ki, Allah bir dağı onların hürmetine yerinden koparmak istese, koparır. Onlarla mübahele etmeyin. Eğer mübahele ederseniz, helâk olursunuz ve kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir Hıristiyan kalmaz. Bunun üzerine Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.a.a)'e dediler ki: “Ey Ebe’l-Kasım! Biz seninle mübahele etmemeye karar verdik; sen kendi dininde kal, biz de kendi dinimizde.”

Hz. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Eğer mübahele etmiyorsanız, öyleyse İslâm dinini kabul edin ve Müslüman olun ki, Müslümanların menfaat ve zararlarına ortak olasınız.” Hıristiyanlar bunu kabul etmeyince, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Öyleyse sizinle savaşacağım.” Onlar şöyle dediler: “Bizim Arap milleti ile savaşmaya gücümüz yoktur. Fakat seninle bir anlaşma yapmaya hazırız. Eğer bizimle savaşmaz, bizi korkutmaz ve bizi kendi dinimizden döndürmezseniz, her yıl size iki bin tane elbise veririz. Bunların yarısını safer ayında ve yarısını da recep ayında veririz. Bundan başka, bir de demirden dokunan otuz adet zırh veririz.” Peygamber (s.a.a) de buna razı oldu ve daha sonra şöyle buyurdu:

“Canım elinde olan Allah’a andolsun ki, Necran ehlinin helâk olma vakti gelip çatmıştı. Eğer onlar mübahele etmiş olsalardı, şüphesiz ki suret değişip maymun ve domuz olacaklardı ve bu sahra onlar için ateşten bir cehenneme dönecekti. Hatta ağaçların üstündeki kuşlar da dahil olmak üzere Necran ehlinin hepsi helâk olacaktı ve bir yıl bile geçmeden bütün Hıristiyanlar yok olup gideceklerdi.”


Merhum Allame Tabatabaî, Tefsir'ul-Mizan'da, Peygamber (s.a.a)’in, Allah Teala’nın emriyle Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına alarak düşmanlarla mübahele etmek istediğini söyledikten sonra aynen şunları yazıyor:

“Hadis alimlerinin hepsi, bu rivayeti nakletmiş ve kabul etmişlerdir. Sahih-i Müslim, Sahih-i Tirmizî ve diğer meşhur hadis yazarları da, onu kendi kitaplarında kaydetmişlerdir. Tarihçiler de, bu olayı onaylamışlardır. Mufessirler de, bu olayı hiçbir şüphe ve itiraz etmeden kendi tefsirlerinde anlatmışlardır. Bunlar arasında Taberî, Ebu'l-Fida, İbn-i Kesir, Suyutî ve diğerleri gibi hadis ve tarih alanında meşhur olan alimler de yer alırlar."

Bu ayette dakik edebî incelikler de vardır ki, onlara da dikkat etmek gerekir. Mesela; ayet-i kerimede “çocuklarımız, kadınlarımız ve kendilerimiz” denilerek Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) Hz. Peygamber'e izafe edilmiştir.

Eğer bu olay pratikte gerçekleşmez ve Hz. Peygamber (s.a.a) amelî olarak isimlerini zikrettiğimiz o mukaddes zatlarla mübaheleye çıkmasaydı, bu sözlerle başka şahısların akla gelmesi mümkündü. Mesela; “kadınlarımız” kelimesiyle Hz. Fatıma (a.s) ve Peygamber (s.a.a)'in diğer kızları ve “kendilerimiz” kelimesiyle de yalnızca Peygamber (s.a.a)’in kendisi anlaşılabilirdi. Ancak Peygamber-i Ekrem’in başkalarını değil de bu dört şahsiyeti mübahele için kendisiyle götürmesi, bize şunu bildirmektedir: Bu ümmetin kadınlarının en seçkini ve onların örneği, Hz. Fatıma (a.s)’dır ve ümmetin evlatlarının en seçkini, Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin (a.s)'dir ve Kur’an-ı Kerim onları Peygamber’in evlatları olarak kabul etmiştir. “Kendilerimiz” kelimesiyle de Kur’an-ı Kerim, Hz. Ali'yi Peygamber'in kendi canı sayılacak bir makama sahip olduğunu açıklamıştır.


4- Salâvat (Salât) Ayeti
Tefsirler arasında fark yoktur:
“Şüphe yok ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât (rahmet) ederler. Ey inananlar, siz de ona salât edin ve tam teslimiyetle ona selâm verin.”(Ahzap Sûresi: 56)

Sünniler bu ayet doğrultusunda şöyle dua ederler:
ETTEHİYYATU DUASI TÜRKÇE ANLAMI-MEALİ;Her türlü hürmet, salavât (dua) ve bütün iyilikler Allâh-ü Te'âlâ'ya mahsustur. Ey Nebî! Allah'ın selâm,rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah'ın sâlih (doğru hareket eden) kullarının üzerine olsun.Şahâdet ederim ki, Allâh-ü Te'âlâ birdir ve yine şahâdet ederim ki, Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) O'nun kulu ve Rasûlüdür.

ALLAHÜMME SALLİ DUASI TÜRKÇE ANLAMI-MEALİ;
Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt. İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine rahmet ettiğin gibi. Şüphesiz övülmeye layık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin.

ALLAHÜMME BARİK DUASI ANLAMI;
Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in ümmetine hayır ve bereket ver. İbrahim'e ve İbrahim'in ümmetine verdiğin gibi. Şüphesiz övülmeye layık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin.

Şia'nın Ali imran :61 yorumu:

Bu ayet ise, Hz. Peygamber (s.a.a)'e ve Ehl-i Beyti (a.s)'a salât ve selâm göndermeyi emrediyor ve bunu yalnızca onlara mahsus kılıyor, onlardan başkalarına değil. Böylece ümmetin, onların rehberlik liyakatlerini kavrayabilmeleri için, onların makam ve değerlerini çok ince ve zarif bir şekilde ortaya koyuyor.

Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir'inde bu mübarek ayetin tefsiriyle ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.a)’den şu hadisi nakeldiyor: “Hz. Peygamber (s.a.a)'den: “Ya Resulallah! Sana ne şekilde salâvat getirelim?” diye soruldu. Hazret, bana şöyle salâvat getirin buyurdu: “Allah’ım, Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne salât (rahmet) et, nasıl ki İbrahim’e ve İbrahim’in Ehl-i Beyt’ine salât ettin; Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine bereket ver, nasıl ki İbrahim’e ve İbrahim’in Ehl-i Beyt’ine bereket verdin. Şüphesiz, sen beğenilmişsin, yücesin.”

Fahr-i Razî, bu hadisi nakletmeden önce söz konusu ayeti tefsir ederken şunları söylüyor:

“Bu ayet, Şafiî’nin sözüne delildir; zira emir farza delalet eder. O halde Hz. Peygamber (s.a.a)’e salâvat getirmek farzdır. Teşehhüdün dışında salâvat getirmenin farz olmadığına göre, Şafiî’nin de dediği gibi teşehhütte salâvat getirmek farzdır."

Daha sonra şöyle devam ediyor:

“Eğer "Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlarsa, artık bizim salâvat getirmemize ne gerek var?” diye sorulursa, deriz ki: “Hz. Peygamber'e salâvat getirmek, onun salâvata ihtiyacı olduğu için değildir. Yoksa Allah’ın salâtından sonra meleklerin salâvatına da ihtiyacı kalmazdı. Salâvat, Peygamber'e karşı bizden taraf bir tazim ve saygıdır. Bu vesile ile sevap kazanabiliyoruz. İşte bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.a) buyuruyor: “Kim bana bir defa salâvat getirirse, Allah da ona on defa salât eder.”

Suyutî de, ed-Dürü’ül-Mensur adlı tefsirinde şöyle yazıyor:

“Abdurrezzak, İbn-i Ebî Şeybe, Ahmed, Abd b. Hamid, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-i Mace ve İbn-i Merdeveyh, Ka’b bin Umre’den şöyle nakletmişlerdir: “Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber'e: “Ya Resulallah! Sana selâm vermenin usulünü öğrendik, bize sana salâvat getirmenin şeklini de öğretir misin?” diye arzetti. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “De ki: Allah’ım, Muhammed'e ve Muhammed’in Ehl-i Beyti’ne salât (rahmet) et, nasıl ki İbrahim'e ve İbrahim'in soyuna salât ettin. Gerçekten sen övgü ve izzet sahibisin.”

Suyutî, bu rivayetten başka on sekiz hadis daha nakletmiştir ki hepsi, Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin de salâvatlarda o Hazretle birlikte zikredilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu hadisleri, muhaddisler, İbn-i Abbas, Talha, Ebu Said Hudrî, Ebu Hureyre, Ebu Mes’ud Ensarî, İbn-i Mes’ud, Ka’b bin Umre ve Ali (a.s) gibi sahabilerden nakletmişlerdir.

Aynı kaynakta yine şöyle deniliyor:

“Ahmed ve Tirmizî, Hasan b. Ali (a.s)’dan nakletmişler ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Cimri, benim ismim yanında anıldığı zaman, bana salâvat getirmeyen kimsedir.”[ Allame Tabatabaî, el-Mizan Tefsiri.

Bunlardan başka İslâm fakihleri, namazın teşehhüdünde Muhammed’e ve onun Âli’ne (Ehl-i Beyti’ne) salâvat getirmeyi ve Peygamber'in isminin yanında Ehl-i Beyti’nin de isminin anılmasını farz bilmişlerdir.[ Şia’nın büyük fakihlerinden ve Hicrî 7. yüzyılın büyük şahsiyetlerinden olan Muhakkık Hillî (r.a), “Şerail’ul-İslâm” adlı kitabında, namazın farzlarını saydığında şöyle diyor: “Namazın farzlarından yedincisi, “Teşehhüd”dür. Teşehhüd okumak iki rekatlı namazlarda bir defa, üç ve dört rekatlı namazlarda ise iki defa farzdır. Eğer bile bile teşehhüdü okumazsa, namazı batıl olur. Teşehhüdde de beş şey farzdır: Teşehhüdü okuyacak kadar oturmak, Allah’ın birliğine ve Peygamber’in risaletine tanıklık etmek ve Peygamber’e ve Peygamber’in Ehl-i Betine salâvat getirmek.” Bkz. Şerail’ul-İslâm, c. 1, kitab-ı salât.]

Bu ayetin mana ve tefsiri üzerinde düşünen herkes, bu hükmün, yani salâtın farz edilmesinin, Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyti’ne ta’zim ve saygıyı ifade ettiğini anlar. O Ehl-i Beyt ki, Allah onlardan bütün kötülükleri uzaklaştırarak onları tertemiz kılmıştır ki, ümmet onlara uyup, onların yolundan hareket ederek fitne ve ihtilaflardan korunabilsin.


5- İnsan (Dehr) Sûresi

Tefsirler arasında fark yoktur:
"Şüphesiz ki iyiler, karışımı kâfur olan bir kadehten içerler. Bir kaynak ki, Allah’ın kulları ondan içerler ve onu fışkırtarak akıtırlar. Onlar, adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendi canları çektiği halde, yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. “Biz size, ancak Allah rızası için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür. Biz, asık suratlı, sert bir günden dolayı Rabbimizden korkuyoruz.” Böylece Allah, onları o günün şerrinden korumuş ve onları bir parlaklığa ve bir sevince kavuşturmuştur. Sabretmelerine karşılık da, onları cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerine yaslanmış olarak bulunurlar. Ne yakıcı bir sıcak görürler orada, ne de dondurucu bir soğuk. (Cennet ağaçlarının) Gölgeleri üzerlerine sarkmış ve (meyvelerinin) devşirilmesi kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış. Çevrelerinde gümüşten kaplar ve billûr kupalar dolaştırılır. Gümüşten billûrlar ki, belli bir ölçüde belirlemişlerdir onları. Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir. Oradaki bir pınardan ki, "Selsebil" olarak adlandırılır. Çevrelerinde ölümsüz gençler dolaşır durur. Onları gördüğünde, saçılmış inciler sanırsın. Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün. Üzerlerinde ipekten ince ve kalın yeşil elbiseler vardır; gümüşten bileziklerle de bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir içki içirmiştir. Bu, sizin için bir mükâfattır ve gayretiniz karşılığını bulmuştur."(İnsan Sûresi: 5-22)

Sünni görüş burada özel olarak Ehli beyt'ten bahsedilmediğini savunur.

Şia'nın Dehr:22 yorumu:

Hiç kuşkusuz, bu ayetlerde cennet ile müjdelenen Ehl-i Beyt’tir. Onlara uyan ve onların yolunda hareket eden kimseler de onlarla birlikte mahşur olur.

Zemahşerî, bu ayetlerin tefsirinde şöyle diyor:

“İbn-i Abbas (r.a) nakletmiştir: “Bir gün Hasan ve Hüseyin hasta olmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) ashaptan bir grup ile birlikte onları görmeye gittiler. Bu ziyaret esnasında: “Ey Ebe'l-Hasan, çocuklarının şifası için bir adak ada." buyurdular. Ali (a.s), Fatıma (a.s) ve hizmetçileri Fizze, her üçü, "Hasan ve Hüseyin (a.s) şifa bulurlarsa, üç gün oruç tutacağız." diye nezrettiler. Hasan ve Hüseyin (a.s) şifa buldular. Fakat o günlerde evlerinde yiyecek herhangi bir şey yoktu. Ali (a.s), Şem’un isimli bir Yahudiden üç sa' miktarında arpa borç aldı. Hz. Fatıma (a.s) onun bir sa'ını öğütüp kendi sayılarınca beş adet ekmek pişirdi. Onları iftar vakti yemek için önlerine koydukları sırada, bir dilenci kapının önünde durup şöyle seslendi: “Selâm olsun size Ey Muhammed’in Ehl-i Beyt'i! Ben bir fakirim; bana yiyecek verin, Allah size cennet sofralarından yedirsin." Bunun üzerine, hepsi fedakârlık edip ekmeklerini dilenciye verdiler ve kendileri suyla iftar edip o geceyi öylece sabahladılar. Ertesi gün yine oruç tuttular. Akşam vakti sofra başına oturup iftar edecekleri sırada, bu sefer bir yetim kapıya gelip yiyecek istedi. Onlar da ekmeklerini ona verdiler ve o gün de aç kaldılar. Üçüncü gün iftar vakti bir esir gelip yiyecek istedi. Onlar da iftarlıklarını ona verdiler. Ertesi gün Hz. Ali (a.s), Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın ellerinden tutup Hz. Peygamber (s.a.a)'in huzuruna geldiler. Hz. Peygamber, onları açlıktan titrer halde görünce şöyle buyurdu: “Sizi bu halde görmek bana çok ağır geliyor.” Daha sonra onlarla beraber Fatıma (a.s)'ın evine geldiler. Hz. Peygamber kızı Fatıma (a.s)'ı mihrabında açlıktan karnı vücuduna yapışmış ve gözleri çukurlaşmış bir halde gördü. Bu manzara, Peygamber'i çok üzdü. Bu sırada Cebrail (a.s) nazil oldu ve: “Ey Muhammed! Allah böyle Ehl-i Beyt'ten dolayı seni müjdeliyor.” dedi ve İnsan Sûresini Peygamber (s.a.a)’e okudu."[ Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, İnsan Sûresi’nin tefsiri. Aynı hadisi Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir’inde Keşşaf’tan ve Vahidî’den nakletmiştir. Tabersî de bu hadisi “Mecma’ul-Beyan” adlı tefsirinde nakletmiştir. ]

Bu husustaki hadislerin ifadelerinde biraz değişiklik olmasına rağmen hepsi, bu ayetlerin, Ali (a.s), Fatıma (a.s) Hasan (a.s) ve Hüseyin (a.s)'ın hakkında nazil olduğunu açıkça ortaya koymaktadırlar. Ehl-i Beyt İmamlarından da bu hususta birçok hadis nakledilmiştir.

Bu ayetler, Ehl-i Beyt (a.s)'ın, Allah’ın “ebrar=iyiler" olarak nitelendirdiği kulları olduğunu bildirmekte ve onları cennetle müjdelemektedir.


6- Velâyet Ayeti
Şii çeviri:
“Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Resulü ve namaz kılarken rüku halinde zekat veren müminlerdir. Kim Allah’ı, O'nun Resulü'nü ve sözü edilen müminleri veli edinirse, hiç şüphesiz, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır."(Maide Sûresi: 55-56)

Sünni çeviri:
Sizin dostunuz ancak Allah, Peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rüku eden mü'minlerdir.Kim Allah'ı o'nun elçisini ve mü'minleri dost tutarsa bilsin ki, galip gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır.(Maide Sûresi: 55-56)

Şia'nın Maide 55:56 yorumu:

Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle diyor:

“Bu ayet Ali -kerremellahu vecheh- hakkında nazil olmuştur. Hz. Ali namazda, rüku halindeyken bir dilenci ondan yardım istemiş, o da küçük parmağında olan yüzüğünü ona vermiştir. Açıktır ki, namaz halinde yüzüğü parmağından çıkarıp vermesi, namazına zarar verecek derecede çok bir işi gerektirmemektedir. Eğer birisi; "Bu ayette zamir çoğul olarak kullanılmıştır. O halde, bu ayet nasıl yalnızca Hz. Ali’ye mahsus olabilir?" derse, cevabında deriz ki: “Bu ayetin tek bir kişinin hakkında nazil olmasına rağmen ondaki zamirin çoğul olarak kullanılması, başkalarını da bu gibi amellere teşvik etmek, fakirlere yardım etme ve ihsanda bulunma konusunda müminlerde rağbet oluşturmak içindir.”[ Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, Maide Sûresi, 55 ve 56. ayetlerin tefsiri. ]

Vahidî de, Esbab'ün-Nüzul adlı kitabında, bu ayetin nazil olma sebebini şöyle açıklıyor: “Bu ayetin sonu, Ali b. Ebî Talip (a.s) hakkındadır. Zira o, namazının rükuunda yüzüğünü fakire bağışlamıştır.”  [ Vahidî, Esbab-ı Nüzul, Maide Sûresi, 55. ayet.


7- Tebliğ Ayeti

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirilen emri insanlara ilet. Eğer yapmazsan, O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur..."(Maide Sûresi: 67)

"Tebliğ Ayeti" diye bilinen bu ayet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.a), son haccı olan Veda Haccı'ndan Medine’ye döndüğü zaman, zilhicce ayının on sekizinci günü Gadir-i Hum'da nazil oldu.Peygamber (s.a.a), Cuhfe'ye vardıklarında “Gadir-i Hum” denilen yerde durdular ve geride kalanlar kendilerine ulaşıncaya, önde gidenler de geriye dönünceye kadar orada beklediler.[ İbn-i kesir tarihi, c.5, s.213]
 Ashabını oradaki ağaçların altında dağınık bir şekilde oturmaktan nehyettiler ve bazılarını da o ağaçların altındaki dikenleri temizlemeye gönderdiler.Daha sonra halkı namaz kılmaya davet ederek şiddetli sıcağın altında öğle namazını kıldılar. Sonra ayağa kalkıp hutbe okuyarak Allah’a hamd ve sena ettikten ve halka vaaz ve nasihatte bulunduktan sonra şöyle buyurdular:

“Benim Allah tarafından davet edilip de icabet etme zamanın yaklaşmıştır. Şüphesiz ki, ben de sorumluyum, siz de sorumlusunuzdur. Öyleyse şimdi siz ne diyorsunuz?”

Müslümanlar şöyle dediler: “Biz şahadet ediyoruz ki, sen Allah’ın emirlerini ve İslâm’ın hükümlerini insanlara tebliğ ettin; nasihat ve öğütte bulundun. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.”

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Siz, Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şahadet ediyor musunuz?"

“Bütün bunlara şahadet ediyoruz." dediler.

Hz. Peygamber (s.a.a.): “Allah'ım, sen şahit ol.” buyurdular ve: “Acaba (benim söylediklerimi) iştiyor musunuz?” diye sordular.

“Evet işitiyoruz.” dediler.

O zaman şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! Ben sizden önce (Kevser Havuzu başında) hazır olacağım ve siz havuz başında benim yanıma geleceksiniz. O havuzun genişliği, Busra ile San’a arası kadardır. O havuzda, gökteki yıldızlar kadar gümüş kadehler vardır. Orada, ben iki değerli ve kıymetli emanetim hakkında sizi sorguya çekeceğim. O halde onlara karşı benden sonra nasıl davranacağınıza dikkat edin."

Birisi: “Ya Resulullah! O iki değerli emanetin nedir?” diye sordu.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Onlardan biri, Allah’ın kitabı Kur’an’dır ki, onun bir ucu Allah’ın elinde, bir ucu da sizin elinizdedir; ona sarılın ve ondan asla ayrılmayın. Diğeri de, benim öz akrabalarımdan olan Ehl-i Beytimdir. Latif ve Habir olan Allah bana bildirmiştir ki, o ikisi havuzun başında bana ulaşıncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklar. Ben de Rabbimden onlar için bunu istedim. Öyleyse ey insanlar, onlardan öne geçmeyin, yoksa helâk olursunuz; onlardan geri de kalmayın, yoksa yine helâk olursunuz; onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın; çünkü onlar sizden çok daha bilgilidirler."

Sonra şöyle buyurdular:
“Acaba benim müminlere karşı onların kendilerinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?”

“Evet, biliyoruz ya Resulullah!” dediler.

Daha sonra şöyle buyurdular:

“Acaba benim her mümine karşı kendisinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz veya buna tanıklık etmiyor musunuz?”

“Evet, buna tanıklık ediyoruz ya Resulullah!”

Sonra Ali b. Ebî Talib'in (a.s) elinden tutup yukarıya kaldırdı. Öyle ki her ikisinin koltuk altlarının beyazlığı göründü.Sonra şöyle buyurdular:

“Ey insanlar! Allah benim mevlâmdır, ben de sizin mevlânızım ve ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol,ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak, onu seveni sev, ona buğzedene buğzet."[ (Musned-i Ahmed c.1, s.118-119, c.4, s.281, 370, 372, 373, c.5, s.347, İbn-i Kesir tarihi c.5, s.204, 201, 213) ]

Sonra şöyle buyurdular: "Allah'ım, şahit ol!"

Hz. Peygamber (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s) henüz birbirlerinden ayrılmamışlardı ki, Allah (c.c) tarafından şu ayet nazil oldu:

“Bugün dininizi size kâmil ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım ve İslâm’ı size din olarak beğendim."(Maide Suersi: 3)

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular:

"Allahu Ekber! Dini kâmil ettiği, nimeti tamamladığı, benim peygamberliğime ve Ali’nin velâyet ve imametine razı olduğu için Allah'ı ulularım.”

HZ ALİ İLE OLDUĞU İDDİA EDİLEN DİĞER AYETLER:
Biz burada, yine özel olarak Hz. Ali (a.s)'ın hakkında inen ayetlerden birkaçına daha işaret etmekle yetiniyoruz:

1- “(Ey Peygamber!) Sen ancak bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderi vardır.”(Ra’d Sûresi: 7)

Şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.a) elini göğsüne koyup şöyle buyurdu: “Benim vazifem uyarıp korkutmaktır, ve her kavmin bir hidayet önderi vardır.” Sora Hz. Ali (a.s)’a işaret ederek şöyle buyurdu: “Hidayet önderi sensin ya Ali! Benden sonra hidayet arayanlar seninle hidayeti bulacaklar.” [ Müstedrek-i Sahihayn c.3, s.129, Kenz-ül Ummal c.6, s.157. ]

Bu hadisi Taberî, Fahr-i Razî ve Suyutî kendi tefsirlerinde nakletmişlerdir.

2- “İman etmiş olan (mümin) kimse, yoldan çıkmış olan (fasık) kimse gibi olur mu hiç? Elbette bir olmazlar.”(Secde Sûresi: 18)

Bu ayeti tefsir edenler, “mümin"den maksat, Hz. Ali (a.s); “fasık”tan maksat ise Velid b. Ukbe’dir, demişlerdir.

3- "Acaba Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan, onu yine ondan bir şahit izleyen (...) kimse mi (yalanlanacak)?"(Hûd Sûresi: 17)

Ayette zikredilen “Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan" kimse, Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a); "onu izleyen şahit" ise Hz. Ali (a.s)'dır.

4- “... şüphesiz ki Allah onun (Peygamber'in) dostudur, Cebrail ve müminlerin salihi de...”(Tahrim Sûresi: 4)

Müfessirler ve hadis alimlerine göre bu ayyetteki “müminlerin salihi” olarak zikredilen kimse, Hz. Ali b. Ebî Talip (a.s)'dır.

5- “Belleyip kavrayan kulak da onu bellesin.” (Hakka Sûresi: 12)

Hz. Peygamber (s.a.a), bu ayeti okuduğunda Hz. Ali (a.s)’a bakarak şöyle buyurdu: “Allah’tan istedim ki bu belleyip kavrayan kulak senin kulağın olsun.” Hz. Ali (a.s) şöyle diyor: "(Ondan sonra) Hz. Peygamber (s.a.a)'den duyduğum hiçbir şeyi unutmadım.”

Bu hadisi Taberî kendi tefsirinde, Zemahşerî Keşşaf’ta, Suyutî ed-Dürr'ül-Mensur’da bu ayetin tefsirinde zikretmişlerdir. Hadis aşağıdaki kitaplarda da nakledilmiştir.

Vahidî, Esbab'ün-Nüzul adlı kitabında Bureyd’den şöyle bir hadis naklediyor:

“Hz. Resulullah, Hz. Ali’ye hitap ederek şöyle dedi: “Allah-u Teala, seni kendime yaklaştırıp asla uzaklaştırmamamı ve sana öğretmemi emretmiştir. Senin de belleyip kavraman gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, Allah senin belleyip kavramanı sağlayacaktır.” İşte o zaman “Belleyip kavrayan kulak da onu bellesin.” ayeti nazil oldu.”

6- “Şüphe yok ki Rahman, iman edenler ve iyi işlerde bulunanlara karşı (gönüllerde) bir sevgi bırakacaktır.” (Meryem Sûresi: 96)

Hz. Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)'a buyurdu: “Ya Ali, de ki: Allah'ım, benim için kendi katında bir ahit kıl ve müminlerin kalbinde bana karşı bir sevgi bırak.”

Bu hadis Zemahşerî Keşşaf'ta, Suyutî ed-Dürr'ül-Mensur'da mezkur ayetin tefsirinde nakletmişlerdir. Aynı hadis başka kitaplarda da nakledilmiştir.

7- “İman edenler ve iyi işlerde bulunanlarsa, işte onlardır yaratılmışların en hayırlıları.” (Beyyine Sûresi: 7)

Hz. Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)’a şöyle buyurdu: “Ya Ali! Ayette sözü edilen kişiler, sen ve senin Şiilerindir."

Hadis, Taberî Tefsiri’nde nakledilmiştir. Suyutî de bu hadisi ed-Dürr'ül-Mensur'da çeşitli senetlerle naklettikten sonra şunları ekliyor: “Ne zaman Ali (a.s) gelse, Hz. Peygamber (s.a.a)’in ashabı; “İnsanların en hayırlısı geldi.” diyorlardı."

Aynı hadis, es-Savaik'ul-Muhrika, s. 96 ve Nur'ul-Ebsar, s. 70 ve 101’de de nakledilmiştir.

8- “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad eden gibi mi saydınız?...” (Tevbe Sûresi: 19)

Hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı onarma işiyle uğraşanlardan maksat, Abbas ve Talha’dır. İman edenden maksat ise, Hz. Ali (a.s)'dır.